Hayatımızın en fark yaratan deneyimini yaşıyoruz bugünlerde… En başta duyduğumuz korku şimdilerde biraz daha evrilse ve biz bu durumu biraz daha kabule geçsek de bir anda hiç bilmediğimiz bir yaşama adapte olma zorunluluğu dengemizi altüst etti. Önünü görememek, sevdiklerinden uzak olmak, herşeyden öte ölüm korkusu, kapkara bir bulut gibi çöktü üstümüze… Hem de dünyanın her yerinde. Başka bir açıdan baktığımızda, bu felaket bizi kendimize getirmek için kurgulanmış gibi sanki… Bir yandan korkutuyor, bir yandan öğretiyor. Üstelik hepimiz aynı gemideyiz. Birbirimizi kollamazsak, fedakarlık yapmazsak, başımıza buyruk olursak, kurtuluş yok. Bunun vebali çok ağır. Herkes sorumluluk almak zorunda… Hem kendini, hem çevresini kollamak durumunda.
Bir başka açıdan baktığımızda sanki zorla terbiye oluyoruz gibi gelmiyor mu? İhtiyacı olana yardım etmek, yaşlılara saygı ve özen göstermek derken, unuttuğumuz değerleri hatırlamaya başlamadık mı?
İnsanoğlu bu ağır durumun üstesinden gelmeye çabalarken, bir yandan doğada tam bir bahar havası esiyor… Yeniden doğuyor sanki herşey. Hava kirliliği azaldı. Kuşların sesi daha net duyuluyor. Venedik’te kanalların bulanık suyu berraklaştı. Balıklar ve kuğular geri döndü. Gemiler gelmediği için limanların yakınlarında yunuslar yüzmeye başladı.
Herkes evinde yepyeni bir yaşam tarzına uyumlanmaya çalışırken, gözardı ettiğimiz pekçok şeyi farketmedik mi bir anda… Normal dediğimiz herşeyin aslında ne büyük lüks olduğunu anlamadık mı? Sokakta yürümek, balık tutmak, havayı koklamak, vitrin bakmak özlenir miydi? Temiz havayı içine çekmek, deniz kenarında dalgaların sesini dinlemek, sinemaya gitmek, arkadaşlarla sohbet etmek, kitapçıda kitap seçmek ne kadar olağandı düne kadar. Şimdi hepsinin ne kadar özel olduğunu anladık.
Nerede oturduğumuzun, nereli olduğumuzun önemi yok artık! Evli, bekar, kadın, erkek, genç, yaşlı, uzun, kısa, zayıf, şişman olduğumuzun da… Sağlıklı mıyız, birey olarak kendimiz ve toplum için ne yapacağız? Dünya vatandaşı olacak mıyız? Bunun önemi var. Sınırların bile önemi yok artık… Zaman artık farkındalık zamanı..
Sevgiyle…
ve hikayelerin bize verdiği mesajlar çok derin… Farkında olmasak da önce büyüklerimizden dinlediğimiz sonra da kendi okuduklarımızdan hatırladıklarımızın içinde nasıl da yaşama dair anekdotlar var, farkediyoruz.
İşte bu da onlardan biri… Bakalım hangimiz topal tilki, hangimiz yiğit aslanız?
Adamın biri ormanda dolaşırken, çalılıkların arasında bir tilki görmüş. Tilkinin dört ayağı da sakatmış. Adam, bu tilki bu halde bu vahşi ormanda nasıl yaşıyor diye düşünürken, bir yandan da tilkiyi izlemeye koyulmuş. Tam o anda çalıların arasından bir aslan ağzında bir tavukla çıkagelmiş. Ormanın kralı, tavuğun yarısını tilkiye verdikten sonra öbür yarısını da kendi yemiş. Sonra da çekip gitmiş. Bu durumu şaşkınlıkla ve biraz da hayranlıkla izleyen adam başını gökyüzüne kaldırmış ve başlamış konuşmaya:
‘’Allahım, sen kullarını nasıl da koruyup kolluyorsun. Koskoca aslan tilkiye hizmet ediyor? Ben de sana teslim oluyor ve kendimi sana bırakıyorum, vereceğin nimetleri heyecanla bekliyorum…’’
Bunları söyledikten sonra da bir ağacın altına oturmuş. Bir gün geçmiş, iki gün geçmiş. Bakmış, bir hareket yok! Biraz daha geçmiş ve artık açlıktan ölmek üzereyken ellerini göğe doğru açarak seslenmiş:
‘’Allahım beni görmüyor musun?’’
Gökten bir ses yükselmiş:
‘’Görüyorum görmesine de şaşırmadan edemiyorum! Neden yiğit aslanı değil de sakat tilkiyi model olarak alıyorsun?…’’
Kıssadan hisse; ara ara kendinize bakın… Siz kimsiniz?… Hayatınızda model olarak aldıklarınız doğru kişiler mi?
Sürekli birilerinden bir şey bekliyorsanız, bilin ki; topal tilkisiniz. Kendinizi ezik hissetmek yerine gelin, yiğit aslan olun ve bu özgüvenle hep ileri gidin, yaşamınızı keyiflendirin…
Bir de masal okumaktan vazgeçmeyin.
Sevgiyle kalın…
Günlük koşturma içinde pekçok şeyi hallederken kendimizi sevmekle ilgili ne yapıyoruz? Oysa, hayatı kolaylaştırmak önce kendini sevmekle başlar.
Gelin, daha net görmek için madde madde yazalım ve uygulamaya geçelim. Bunu daha iyi hissetmenin ötesinde, gerçekten içselleştirerek yapalım. Nasıl mı?
1-Sezgilerimize güvenelim.
2-Bize yanlış geleni yapmayalım.
3-İstediğimiz şeyi karşımızdakine net olarak söyleyelim.
4-Birini memnun etmek için kendimizden vermeyelim.
5-Hayallerimizden vazgeçmeyelim.
6-‘’Hayır’’ demekten korkmayalım.
7-‘’Evet’’ demekten de korkmayalım.
8-Kendimize şefkatli davranalım.
9-Kontrol edemediğimiz şeyleri hayatımızdan çıkaralım.
10-Negatiflikten uzak duralım.
11-Dram yaratmayalım.
12-Sevgiden vazgeçmeyelim.
İlk bakışta çok kolay gibi görünse de uygulamaya gelince çoğumuzun pek de başarılı olduğu söylenemez! Ne var ki, bir an durup her maddenin üstünde biraz düşününce, bunları hayata geçirdiğinizde ne kadar doğru yaptığınızı göreceksiniz. Biraz gayretle bunu sürdürdüğünüzde ve alışkanlık haline getirdiğinizde, hayatınız eskisinden daha kolay olacak. Cevapları daha çabuk bulacak, olmayana fazla takılmayacak, hep ileriye bakacak ve çözüme odaklanacaksınız.
Sezgilerimiz bize her zaman doğruyu söyler; ama biz duymazdan geliriz. İç sesimiz bizi uyarsa da çoğu zaman işimize gelmediği için bildiğimizi okur, onu dinlemez ve sonunda pişman oluruz. Sezgilerimize kulak verdiğimizde yanlışlarımız, üzüntülerimiz azalır, daha net oluruz, gereksiz yere herkesi memnun etmek için kendimizden vermekten vazgeçeriz. İstediğimiz şeylere daha çabuk ‘evet’, istemediklerimize daha kolay ‘hayır’ demeye başlarız. Yaşadığımız her olaya ‘’iyi’’ tarafından bakar, içimizi karartmayız. Böyle olunca hayal kurmaya vakit kalır. Hayal kurdukça yapıcılığımız artar, üretken oluruz. Üretkenlik bizi yeniler, iyileştirir. Biz iyileştikçe çevremizde iyiler artar. O zaman içimizdeki sevgi daha da körüklenir. Sevgiyle yaptığımız herşey bize kendimizi iyi hissetirir. İyi hissetmek de bize her gün daha iyiyi yaşatır.
Kendimizi sevmekle başlar, yaşamımıza iyiyi çekmek. Kendimizi sevmekten hiç vazgeçmeyelim, çünkü o zaman her şartta kendi iyiliğimiz için en doğru kararı vereceğiz.
Sevgiyle…
‘’İnsanın başına gelen en güzel şey nedir?’’
Derviş şöyle demiş:
‘’Herkesin birşeyler anlatmak istediği şu yalan dünyada , seni dinlemek isteyen birine rastlamaktır.’’
Burdan çıkaracağımız sonuç şu; dinlemeyi bilenlerin sayısı çok değil!… Hele günümüzde dinlemeyenlerin sayısı her geçen gün artıyor… Her kafadan başka bir ses çıkıyor ve kimse kimseyi dinlemiyor, dinlemek istemiyor. Oysa dinlemek, öğrenmenin yarısı… Okul günlerini hatırlayalım!.. Sınıfta dersi iyi ders dinleyenin, evde fazla çalışmasına gerek kalmazdı. Küçük yaşlarda bunun bilinçli olarak anlamını kavrayamasak da dinlemek, yaşamın içinde çok önemli bir yer tutuyor.